Bir tek güneş gözlüğümü aldım yanıma. Ne bir kitap ne bir arkadaş ne bir fikir ne de bir anı… Elimi kolumu sallayarak bindim vapura, Boğaz’a gidiyorum. İstanbul’un martılarını dinlemeye.
Biliyorsunuz, İstanbul’a ‘hep bir tepeden bakmış şairlerimiz… Sadece bir semtini sevmek bile bir ömre değermiş.’ Oysa ben Arnavut kaldırımlarına uzanıp bakmayı yeğlerim; bir anlamda o aşifte Konstans kızın açılan eteklerinin altından… Öyle şeyler temaşa ederim ki, Münir Nurettin olsam ne besteler yapacağım. Ama bu gün vapura fitim. Çünkü dedim ya İstanbul’un martılarını dinlemek istiyorum.
Sezen Aksu’nun vapurda ne işi var?
Güvertede, öylesine bir yere çöküyorum. Canım sıkkın. Gözlerimi maviliklere daldırıyorum ama kulaklarımı kapamayı unutmuşum. Hemen yanımda iki hanımefendi konuşuyorlar…
Önce aldırmıyorum. Nasıl olsa martılar gelir çığlıklarıyla bastırırlar çevremdeki tüm kirli sesleri. Ama gecikiyorlar nedense. Ve bu yüzden iki hanımın sohbetini olduğu gibi duyuyorum.
İtiraf edeyim bir yerinden sonra da kulak kesiliyorum. ‘Sezen Aksu’ diyor, kızılca saçlı olanı… İzmir’in eskilerindenmiş. Sezen’e de yakın komşuymuş. Tüm hallerini biliyor yani minik serçenin.
Anlattığına göre bir bodyguard’a aşık olmuş Sezen, yılını bilemediği bir zaman diliminde. Genç adam bir pavyonda çalışıyormuş ve Sezen arkadaşlarıyla eğlenmeğe gittiklerinde karşılaşmışlar ilk kez. Anlattığına göre hanımın, bodyguard dünyalar yakışıklısı. Yıldırım aşkın sonunda birlikte bir ev açmışlar kendilerine. Pembe kiremitli. Minicik pencereli. Dahası, birinde ‘cici’ diğerinde ‘bici’ yazan perdeler kondurmuşlar camlarına. Bir de ufacık kapısı varmış evin, onlardan başka kimseler giremesin diye… Ve adı onda saklıymış sevgilisinin… Ama kızılca saçlı hanıma bakılırsa, bir gün, iki küçük çocuk gelmişler o kapıya. Bodyguard’ın çocuklarıymış bunlar. “Biliyoruz sen de aşıksın babamızı ama biz daha çok seviyoruz, bıraksana onu!’ demişler.
Çocuklarla karşılaşınca ‘mutluluk onun hakkı’ diye bırakmış Sezuşcuk… Hem de anında İstanbul’a dönmüş… Ve aşkının ardından, o ünlü ‘Adı bende saklı’ şarkısını yazmış...
Kim bilir belki de benim gibi, yapayalnız çıktığı bir vapur yolculuğunda gönlüne düşmüştü bu dizeler… “Mutluluk en çok onun hakkı. Bu yorgun kırık dökük hikaye de, adı bende saklı…”
Yanımdaki kadınlardan biri son olarak içini çekti ve “Ne güzel aşklar yaşamış Sezen” dedi… Diğerinin cevabı kelimesi kelimesine aklımda: “Ne güzeli, sekiz ölü, yedi yaralı bırakmış geçmişte… Kadın acıların kadını”
Not; Sezen’i ne kadar sevdiğimi ve onu kırmak istemeyeceğimi herkes bilir. Bunları sizlerle paylaşma nedenim; şu boktan hissiyatsız dünyada biraz içiniz ısınsın istedim. Yalan da olsa böyle aşkların yaşanmasını istiyorum belki de… Hem size de iyi gelmedi mi, şu iktidar savaşları, itişmeler, kakışmalar ve onca mutsuzluk arasında böylesi pembe beyaz bir hikaye? Kadınlar öyle içtenlikle anlatıyorlardı ki sizlere aktarmadan edemedim. Doğrudur yalandır bilemem, yalansa konusu şarkı olsun, doğruysa Sezen’e helal olsun…
Son bir not da Medyafaresi’ne; Benden birkaç gün yazı filan beklemeyin. Wimbledon’a gideceğim, röportaj yapmaya. Dönünce görüşürüz…
Biliyorsunuz, İstanbul’a ‘hep bir tepeden bakmış şairlerimiz… Sadece bir semtini sevmek bile bir ömre değermiş.’ Oysa ben Arnavut kaldırımlarına uzanıp bakmayı yeğlerim; bir anlamda o aşifte Konstans kızın açılan eteklerinin altından… Öyle şeyler temaşa ederim ki, Münir Nurettin olsam ne besteler yapacağım. Ama bu gün vapura fitim. Çünkü dedim ya İstanbul’un martılarını dinlemek istiyorum.
Sezen Aksu’nun vapurda ne işi var?
Güvertede, öylesine bir yere çöküyorum. Canım sıkkın. Gözlerimi maviliklere daldırıyorum ama kulaklarımı kapamayı unutmuşum. Hemen yanımda iki hanımefendi konuşuyorlar…
Önce aldırmıyorum. Nasıl olsa martılar gelir çığlıklarıyla bastırırlar çevremdeki tüm kirli sesleri. Ama gecikiyorlar nedense. Ve bu yüzden iki hanımın sohbetini olduğu gibi duyuyorum.
İtiraf edeyim bir yerinden sonra da kulak kesiliyorum. ‘Sezen Aksu’ diyor, kızılca saçlı olanı… İzmir’in eskilerindenmiş. Sezen’e de yakın komşuymuş. Tüm hallerini biliyor yani minik serçenin.
Anlattığına göre bir bodyguard’a aşık olmuş Sezen, yılını bilemediği bir zaman diliminde. Genç adam bir pavyonda çalışıyormuş ve Sezen arkadaşlarıyla eğlenmeğe gittiklerinde karşılaşmışlar ilk kez. Anlattığına göre hanımın, bodyguard dünyalar yakışıklısı. Yıldırım aşkın sonunda birlikte bir ev açmışlar kendilerine. Pembe kiremitli. Minicik pencereli. Dahası, birinde ‘cici’ diğerinde ‘bici’ yazan perdeler kondurmuşlar camlarına. Bir de ufacık kapısı varmış evin, onlardan başka kimseler giremesin diye… Ve adı onda saklıymış sevgilisinin… Ama kızılca saçlı hanıma bakılırsa, bir gün, iki küçük çocuk gelmişler o kapıya. Bodyguard’ın çocuklarıymış bunlar. “Biliyoruz sen de aşıksın babamızı ama biz daha çok seviyoruz, bıraksana onu!’ demişler.
Çocuklarla karşılaşınca ‘mutluluk onun hakkı’ diye bırakmış Sezuşcuk… Hem de anında İstanbul’a dönmüş… Ve aşkının ardından, o ünlü ‘Adı bende saklı’ şarkısını yazmış...
Kim bilir belki de benim gibi, yapayalnız çıktığı bir vapur yolculuğunda gönlüne düşmüştü bu dizeler… “Mutluluk en çok onun hakkı. Bu yorgun kırık dökük hikaye de, adı bende saklı…”
Yanımdaki kadınlardan biri son olarak içini çekti ve “Ne güzel aşklar yaşamış Sezen” dedi… Diğerinin cevabı kelimesi kelimesine aklımda: “Ne güzeli, sekiz ölü, yedi yaralı bırakmış geçmişte… Kadın acıların kadını”
Not; Sezen’i ne kadar sevdiğimi ve onu kırmak istemeyeceğimi herkes bilir. Bunları sizlerle paylaşma nedenim; şu boktan hissiyatsız dünyada biraz içiniz ısınsın istedim. Yalan da olsa böyle aşkların yaşanmasını istiyorum belki de… Hem size de iyi gelmedi mi, şu iktidar savaşları, itişmeler, kakışmalar ve onca mutsuzluk arasında böylesi pembe beyaz bir hikaye? Kadınlar öyle içtenlikle anlatıyorlardı ki sizlere aktarmadan edemedim. Doğrudur yalandır bilemem, yalansa konusu şarkı olsun, doğruysa Sezen’e helal olsun…
Son bir not da Medyafaresi’ne; Benden birkaç gün yazı filan beklemeyin. Wimbledon’a gideceğim, röportaj yapmaya. Dönünce görüşürüz…